*Bu yazı Gazete DuvaR da yayınlanmıştır.
Covid-19 salgınının etkisiyle, yeni zamanların içinden geçiyoruz. Dünyanın güvenli olduğuna, sevdiklerimizin başına kötü bir şey gelmeyeceğine, doğru şeyleri yaparsak kendimizi koruyabileceğimize dair temel inançlarımız, kısaca üzerine bastığımız zemin sarsılıyor. Belki de bildiğimiz dünyanın sonundayız. Maddi ve sosyal kayıplarımızın yanı sıra, çok kısa bir süre içerisinde yeme, uyuma, çalışma düzenimiz ve rutin sosyalleşme pratiklerimizi de kaybettik. Bu kayıpları pek anlayamadan da kendimizi yeni bir düzenin içerisinde bulduk ve bir süredir bu sarsıntılı zeminde dengeyi bulmayı çalışıyoruz.
Alışageldiğimiz gündelik hayat pratiklerimize dair ezberimizin bozulduğu bu dönemde, kayıp ve yas deneyimlerimize dair de yeni bir dil arayışındayız. Bu yazının kaleme alındığı nisan ayının sonlarına doğru Covid-19 virüsü salgınından hayatını kaybeden kişi sayısı dünyada 191 bine, Türkiye’de ise 2 bin 500’e ulaşmıştı. Belki bu gerçeği sindirmenin zorluğundan, çoğu zaman bu kişileri bir sayıdan ibaret algılıyoruz: İstatistik dilinin duygusuz kıvrımlarına sığınmak, gerçeğin zorluğu ile baş etmenin bir kolay yolu… Diğer yandan Amerika Birleşik Devletleri’nde ve İran’da vefat edenler için açılan toplu mezar görüntülerine şahit olmak veya Ekvador’da mezarlıkların ve tabutların yetersiz kalması ile cenazelerin sokaklara koliler içerisinde bırakıldığı anları izlemek, bizleri salgın sürecinde kaybettiğimiz ritüeller üzerine de düşünmeye çağırıyor.
Gelenekten gelen kadim merasimlerimiz, kaybettiklerimizi uğurlama şeklimiz ve vedalaşmak adına bildiğimiz kültürel refleksler yerini bir çırpıda gerçekleşen maskeli defin pratiklerine bıraktı. Ülkemizde virüs nedeniyle hayatını kaybedenler için cenaze merasimleri düzenlenmeye devam edilse de çok az sayıda kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bu törenler olağandan farklı ve kısıtlı şekillerde yapılıyor. Vefat edenlerin en yakınları enfeksiyonun bulaşmış olma ihtimali nedeniyle doğrudan karantinaya alındığından bu merasimlere katılmaları mümkün olamıyor. Acıyı birbirlerine sarılarak paylaşma ihtiyacı ise fiziksel mesafe kurallarına takılıyor.
‘İÇİMİZ HEP BİR HOŞÇAKAL ÜLKESİ’
Yaşamımızın seyri doğum, ergenliğe geçiş, evlilik ve ölüm gibi önemli yaşam olayları arasındaki kopma ve yeniden uyumlanmalarla doludur. Her geçiş bir yitimle ve adına yas tutmak dediğimiz değişim, dönüşüm ve yeniden uyum talebiyle gelir. Yas tutamamak ise, bir anlamda, ölüm ve doğum arasındaki bu büyük insani döngüye girememektir. İster en ilkel kabilede, ister en gelişmiş toplumda olsun, nerede bir dönüşüm anı varsa orada ritüeller vardır. Ritüellerin temel işlevi de bu dönüşümler sırasındaki uyum sürecini kolaylaştırmak, eski ve yeni hayat, eski ve yeni benlik, eski ve yeni roller arasındaki çatışmayı yumuşak bir zemine oturtmaktır. İnsanın, değişime verdiği duygusal tepkiler kültürün içine kodlanmış ritüellerle kabul görür, hatta teşvik edilir. Bu ritüeller tüm insani duyguları birliktelik içinde kapsamak, paylaşmak, şahit olmak ve anlamlandırmak için sembolik alanlar üretirler.
Ölüm ise kaybın en somut olduğu ve insanın anlamlandırmakta en zorlandığı gerçeklik. Bu bakımdan cenaze törenleri ve ardından yapılan kültürel ritüellerin sağlıklı bir yas süreci deneyimlememize sunduğu katkı azımsanamaz. Her birimiz kaybı, organizmamızın olağan tepkisi olan keder ve öfke ile karşılarız. Ancak kayıp deneyimi öyle zor duygular yaratır ki, zihnimiz bu gerçekliği kolayca işleyemez, ikiye bölünür. Rasyonel tarafımızla kaybın bilgisini anlarız ancak iç dünyamız bu bilgiyi hemen algılayamaz, sindiremez, içselleştiremez: İnkara sığınır, inkarı arzular. Kayba verilen doğal bir ilk tepki olarak inkar, zihnimizin bu gerçekliği koyacak yer bulamamasıdır.
Cenaze merasimleri, bu noktada bizleri bu zor gerçekle yüzleştirmesi ve kaybettiğimiz kişinin fiziksel varlığından ayrılmayı, onunla vedalaşmayı mümkün kılması sebebiyle kıymetlidir. Birçok kültürde ve dinde, vefat eden kişinin bedeninin yakınları tarafından görülmesine olanak veren ritüellerin yer alması da böyle bir amaca hizmet eder. Çünkü her ne kadar acı verici olsa da cenaze işlemlerine tanıklık etmek iç dünyanın inkara dair düşlemlerini seyreltir ve onu gerçeğe çağırır. Vefat eden kişinin bedeninin çeşitli nedenlerle bulunamadığı ve gerçek bir cenaze töreninin gerçekleşemediği durumlar ise belirsiz yas (ambigous grief) olarak adlandırılır. Böyle deneyimlere sahip kişiler kaybettiklerinin fiziksel varlığı ile vedalaşma imkanı bulamaz. Cumartesi Annelerinin, “bir gün gelir” umuduyla evlerinin kapısını kaybettikleri çocukları için her daim açık bırakmasındaki gibi, bu kişiler kayıplarının bir gün çıkıp geleceğine dair arzularını sürekli korurlar. Kalabalıklarda başkalarını kaybettiği kişilere benzetirler. Kaybettiklerinin aslında hâlâ hayatta olduğuna dair tekrarlı rüyalar görürler. Bu kişiler yasın olağan akışının içinden bir türlü geçemez ve yas sürecinin donduğu bir deneyimin içinde yaşarlar. Çünkü ölümün resmi bir doğrulayıcısı, bir vedalaşma olanağı ve bir destek sistemi olmadan yasın çözülmesi mümkün değildir.
Cenaze merasimlerinin bir diğer iyileştirici işlevi, sundukları sosyal atmosfer ile kaybın beraberinde getirdiği birçok duyguyu, birlikte yaşamayı ve paylaşmayı mümkün kılmalarıdır. Vefat sonrası yapılan toplanmalarda, taziye evlerinde acının, kederin, kafa karışıklığının ve çaresizliğinin içinden beraberce geçilmesine ve tüm bunların ifade edilmesine olanak tanınır. Kaybedilen kişinin hatırası ve yaşamı onurlandırılır, hatırlanır, öyküleştirilir. Zihinlerde bu öyküler ve anılar üzerinden kaybedilen kişi yeni bir temsil edinir. Aynı zamanda, bu merasimlere katılan kişiler de hayatın sıradan hızından bir anlığına sıyrılıp yaşama ve ölüme dair yeniden düşünme, hayatı yeniden değerlendirme imkanı yakalarlar.
‘KELİMELER YETERSİZ KALDIĞINDA, BİR RİTÜEL EDİNİN’
Bizler sembolizasyon kapasitesine sahip varlıklarız. Dış gerçeklikte olup bitene dair anlamlar inşa edip hayatı bu anlamlar üzerinden deneyimleriz. Ancak karşılaştığımız gerçeklik beklenmedik ve travmatik olduğunda bizim gibi bu kapasitemiz de donakalır. Duygularımız o kadar karışabilir ki, hiçbir içsel deneyim bu kaotik alandan rafine olup söze dönüşemeyebilir. İç dünyanın bu dağınıklığını toparlayabilecek olan tek şey; acının, öfkenin, kederin, şaşkınlığın veya özlemin söz, eylem, sanat gibi bir sembole dönüşebilmesi ve herhangi bir aracı dil üzerinden ifade alanı bulabilmesidir. Yas söz konusu olduğunda, cenazelerin ve ardından gelen kültürel merasimlerin sunduğu vedalaşma ve duygusal salınım alanı, bu bakımdan şifalıdır.
Bu nedenle, salgın sürecinde sevdiklerini kaybeden ve salgın önlemleri nedeniyle vedalaşma, bir araya gelerek yas tutma şansı yakalayamayanlar için hayal gücümüzü ve elimizdeki teknolojik imkanları kullarak yeni yas alanları arayabiliriz. Bu eylemlerin hepsinin ortak amacı ayrılığın ve vedalaşamamanın yarattığı duyguları bilince çıkarmak, ifade bulmamış ancak zihinde uğuldayan hislere alan açmak olacaktır. Bu güvenli alanlar içerisinde, bizi yalnız bıraktığı için kaybettiğimiz kişiye, olacakları öngöremediğiniz için kendimize, ona iyi bakılmadığı düşüncesiyle diğer insanlara, doktorlara ve hatta bizi ayırdığı için tanrıya öfkelenebiliriz. Öfkenin ardına gizlenmiş üzüntü, suçluluk, panik, yalnızlık ve incinme gibi duygulara ve sorular üreten tarafımıza izin verebiliriz.
Aşağıda bu yollardan bir kaçını paylaşırken, bu önerilerin herkes için farklı bir duygusal hazırlıklılık gerektireceğini, zamanlamasının ve elbette biçimlerinin farklılaşabileceğini not etmek isterim. Bu bakımdan bir reçete olma iddiasından kaçınıp hepimizin hayal gücüne bir tetikleyici olmasını ümit ediyorum.
İKAME ALANLAR
Kaybettiğimiz kişiyi veya onunla olan ilişkimizi temsil eden bir nesneyi kullanarak, mezarlıktaki defin törenine alternatif olabilecek bir alanda, sembolik merasimler tasarlayabiliriz. Onu en son hastaneye uğurlarken görebilen ve fiziksel varlığı ile vedalaşma şansı yakalayamanlar için bu ayrılığın yarattığı duyguları deneyimlemek, yanınızda olmasını istediğiniz kişilerle bu deneyimi paylaşmak birçok açıdan kolaylaştırıcı olabilir. Mezarlığa gitme şansı yoksa, ihtiyacımız olduğu zamanlarda sembolik olarak oluşturulan bu ikame alana uğramak, dua etmek, konuşmak sıkışan duygulara aracılık edebilir. Ayrıca böylesi törenler, çocukların da kaybı zihinlerinde somutlaştırabilmeleri ve benzer duygularını ifade etmeleri için de bir alan vazifesi görebilirler.
ONLINE TAZİYE EVLERİ
Çoğumuz online görüntülü toplantıları hayatımızın bir parçası haline getirdik. Web sayfaları veya online platformlar kaybettiğimiz kişiyi başkaları ile birlikte anmanın yeni yollarını sunabilirler. Onu tanıyan ve yaşamına tanıklık etmiş kişilerin mesajlarını bırakabilmeleri, fotoğraflarını ve öykülerini paylalşabilmeleri ve uzaktan da olsa bu kayıpla ilgili duygularını ifade edebilmeleri için yaratılan alanlar terapötik işlevler kazanabilirler.
BİTMEMİŞ İŞLER
Beklenmedik, ani ayrılıklar yarıda kalmışlıklarla doludur. Kaybedilen kişi ile ilişkimizde dile gelmemiş pişmanlıklar, kızgınlıklar, hayal kırıklıkları, bitirilmemiş meseleler, hesaplaşılmamış sorunlar kaldığında tüm bu duygular havada asılı kalır. Bu meseleler uzun süre hafızada kalır ve ‘sancırlar’. Tüm bu yarıda kalan işler kayıp yarasının içine dolar, yaranın “iyileşmesini” zorlaştırır. Yarıda kalanları tamamlama işi ise yas sürecinin bir parçasıdır. Yas terapilerinde bu çatışmaların dile gelmesi, genellikle kaybedilen kişinin hayali varlığı üzerinden yaşanır. Pandemi sürecinde benzer duygular deneyimleyenler, kaybettikleri kişilere ulaşacağını hayal ettikleri ve yanıtını aradıkları soruları içeren mektuplar veya hayali diyaloglar yaratabilirler. Kendi mektuplarına kaybedilen kişinin dilinden yanıt yazmak ise genelde bu düğümlere beklenmedik çözümler sunabilir. ‘Sayfayı çevirmek’ ancak işlerin nihayete erdirilmesi ile mümkün olur.
YAS TUTAN EŞLİK BEKLER
Yas tutmak yalnız bir deneyimdir. Hayat başkaları için akmaya devam ederken, yas sürecindeki kişiler dışarıdan bakıldığında akışa katılır gibi görünseler de içlerindeki yas mağaralarındadırlar. Pandemi sürecinde sosyal temas şekillerimizin kısıtlanmasıyla gelen duygusal yalnızlık, bu kişiler için somut bir gerçekliğe de dönüşebilir. Bu nedenle iletişim kanallarını sık kullanarak kayıp yakınlarına temas etmek bugünlerde her zamankinden daha önemli.
Diğer yandan bazen ulaşamadığımızdan değil ama nasıl destek olabileceğimizi bilemediğimizden de canı yanana yaklaşmakta zorlanırız. Karşımızdakinin acısı ve ölümün mutlaklığı karşısında söyleyebileceğimiz her şey anlamsız bir boşluğa düşecek gibi durabilir. Çaresizliğimiz katlanır. Çaresizliğe katlanmak zorlaşır. Oysa yas tutanın ihtiyacı çoğu zaman acısını kapsayacak, eşlik edecek birilerinin varlığını bilmekten ibaret olabiliyor: Bu günlerde görüntülü konuşma platformlarından birini açıp, sadece birlikte oturup, sadece birlikte üzülebilmek bile nasıl da kıymetli…
KÜRESEL GRUP DENEYİMİMİZ
Şimdilik evlerimizde tek tek ve bireysel yaşadığımız kayıp süreçleri, aslında toplumsal ve hatta küresel bir kayıp deneyiminin parçası. İnsanlık, dünyanın farklı noktalarında aynı deneyimlerden farklı yollarla geçiyor. Bu noktada belki resmi kurumların ve derneklerin kolaylaştırıcılığında oluşturulacak yas odaklı deneyim paylaşım grupları gibi temas olanakları, yas tutanın dünyanın dışında kalmışlık hissine yatıştırıcı olabilir. Aynı zamanda, online yürütülebilecek kitlesel anma törenleri, sembolik merasimler ve sosyal medya organizasyonları da toplumsal yas deneyimimize alan açmamıza yardımcı olabilir.
YAS HİÇ BİTER Mİ?
Yas denince akla gelen ilk kuram genelde Elizabeth Kubler-Ross’un aşamalı yas kuramı oluyor. Kubler-Ross’un kuramının toplumsal popülerliğinin altında, yas tutanların yaşadığı zorluğu ve çaresizliği duymak mümkün. Kubler-Ross’un yas süreci için öne sürdüğü beş aşamanın (inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul) doğrusal bir seyirde akacağını umut etmek, belirsizlikle baş edemeyen kayıp yakınlarına sonunda ışık olan bir yol haritası sunuyor. Yas tutanlar Kubler-Ross’a inanmak istiyor. Şu aşamalar hemen birbiri ardına yaşansın ve bu ızdırap bitsin istiyor. “Hangi aşamadayım?”, “Önümde kaç aşama kaldı?”nın hesabını yapıyor, hiçbir aşamaya ‘uymayan’ duygular sümen altı ediliyor. ‘Kabul’e varmayı dört gözle bekleyip, kabulden sonra herşeyin iyi olacağına inanmak istiyor. Kuramcının niyeti, yas tutanın düşlemince okunuyor.
Oysa yas bitmez. Yas, onunla baş etmemiz için değil, içinden geçmemiz için, biz yol aldıkça önümüzde açılır. Zamansız, akışkan ve döngüsel aşamalar, tekrar tekrar sahnelenen vedalar, konuşmalar, ritüellerin etrafında gerçekleşir. Yolun sonu ise kaybettiğimiz kişinin içsel temsilini yanımızda taşıyarak ama onunla yeni bir ilişki kurarak birlikte yaşamaya çıkıyor. Yıllar sonra bile mutlak bir kapanışın uzağında, kaybın yarası hep biraz açık kalıyor. Yastan kendimizi yeniden inşa ederek, yeni bir anlam dünyası bularak geçtiğimizde ise, kaybettiğimiz kişinin gidişi ile bize miras bıraktığı hediyeyi de teslim almış oluyoruz.
Kubler-Ross ile bitirelim:
“Gerçek şu ki sonsuza kadar yas tutacaksınız. Sevdiğinizin kaybını “atlatamayacaksınız”, ama onunla yaşamayı öğreneceksiniz. İyileşeceksiniz ve acısını çektiğiniz kaybın etrafında kendinizi yeniden inşa edeceksiniz. Tekrar tam olacaksınız ama asla aynı kişi olmayacaksınız.”
Yazan: Özge YÜKSEL