Kötü Yaşanmış Çocukluk Nereye Gider?

Ana Sayfa / Blog

Klinik Psikolog Özge Yüksel

    “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” der şair. Bu dizeler genelde çocukluğa romantik bir özlemin ve çocukluk güzellemelerinin eşlikçileridir. Ya çocukluğun acı verici yanları, sıkıntılı zamanları, travmatik halleri? Onlar da bir yere gitmiyorsa, şimdi neredeler?

Birçok insan travmatik veya duygusal olarak zorlayıcı çocukluk deneyimlerinin etkisini yetişkinlik hayatında hem ilişkilerinde, hem günlük hayattaki düşünce, duygu ve davranışlarında hem de fiziksel sağlığı üzerinde görmeye devam eder. Çünkü konu çocukluk yaşantılarıysa, zaman her şeyin ilacı değildir. İlginç bir şekilde, yapılan araştırmalar çocukluk çağında 4’den fazla olumsuz olay belirten kişilerin, yetişkin hayatlarında 7 kat daha fazla alkol kullandıklarını, 2 kat daha fazla kanser tanısı aldıklarını, 4 kat daha fazla depresyon yaşadıklarını; 6’dan fazla olumsuz çocukluk yaşantısı bildiren kişilerin ise 30 kat daha fazla intihar girişiminde bulunduklarını gösteriyor (Bkz: Adverse Childhood Experiences Study,  American health maintenance organization Kaiser Permanente)

İlk bakışta günlük hayattaki bu zorlanmaların, çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılarla ilişkisini kurmak çoğu kişi için zordur. Ancak bu erken yaşantılar anlaşılmadığı ve olan bitenle hesaplaşılmadığı takdirde, yaşananlar o veya bu şekilde kişinin ayağına dolanmaya devam eder. Örneğin tanımadığı kişilerle konuşurken, sunum yaparken, iş telefonlarına yanıt verirken başkaları tarafından olumsuz değerlendirilme kaygısıyla sıkıntı yaşayan bir kişi bunu kabaca “çekingen biri olmasına” bağlayabilir. Ancak bu kaygısının temel nedenlerine inildiğinde belki de çocukluk çağında öğretmenleri/ebeveynleri tarafından çok fazla eleştirilmiş bir çocuk görebiliriz. Başkalarına iyi ve yardımsever davranmayı kendine görev edinmiş, kimseye asla “Hayır” diyemeyen, bu nedenle çoğu zaman kendi hayatından taviz veren bir yetişkini düşünelim. İnsanlarla ilişkisinin dinamiklerinin neden böyle olduğunu sorduğumuzda muhtemelen “bencil olmak istemediğini” söyleyecektir. Ancak dikkatli bir gözle bakıldığında bu yetişkinin içerisinde, dünyanın adaletsizliğini ilk elden deneyimlemiş, ebeveynini kaybetmiş veya duygusal yoksunluk çekmiş bir çocukla karşılaşabiliriz. 

Peki, geçmişteki olumsuz yaşantılarımız, bugünü nasıl böylesine etkileyebiliyor?

En erken deneyimlerimiz, çoğunlukla bize bakım veren kişiyle olan ilişkimiz hem kendimizin nasıl biri olduğunu (örneğin; ben iyi ve sevilebilir bir insanım), hem diğer insanların nasıl olduğunu (örneğin; insanlar güvenilirdir) ve dünyanın nasıl bir yer olduğunun  (örneğin; dünya adil bir yerdir, çok çalışırsam başarılı olabilirim) ilk temsillerinin içimize yerleştiği yerdir. Buna bağlanma temsilleri diyoruz. Bu erken ilişkide yaşanan aksaklıkların olması ve bunların süregiden sıkıntılar olması, örneğin ebeveynin olmaması veya kaybı, var olan ebeveynin bakım verme kapasitesindeki sıkıntılar, ihmal ve istismar görme, ailenin yaşadığı çevresel zorluklar (yoksulluk, afetler, kazalar, göç) vs. işlevsel olmayan bağlanma örüntülerinin oluşmasında risk faktörü olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu risk faktörlerine maruz kalmak, kişinin olumsuz duyguları deneyimleme düzeyini diğer insanlara göre artıran bir kişilik yapısı oluşturmasına neden oluyor. Örneğin bu çocuğun belki de büyüdüğünde romantik ilişkisinin bitmesi sonrası depresyona girecek biri veya günlük hayattaki belirsizlik içeren durumlarda aşırı kaygılı biri olabileceğini düşünebiliriz.

Bağlanma deneyimlerine ek olarak, kişinin anne ve babasından devraldığı psikolojik çeyiz de en önemli faktörlerden biri. Anne babanın kişilik özellikleri, onların travmatik çocukluk deneyimleri, psikopatolojiye sahip olup olmadıkları, yani bize genetik olarak miras kalan çeyizin içinde ne olduğu da, biz daha doğmadan yaşayacaklarımızın belirleyicisi olabiliyor. Buna ek olarak özellikle hamilelik döneminde annenin maruz kaldığı stresin de bebeğin genetik olarak olumsuz duyguları daha fazla deneyimleyen ve gelecekte yaşadığı zorlayıcı yaşam olaylarına diğer insanlardan daha fazla tepki veren biri olmasıyla ilişkili görülüyor. Beyin araştırmaları, hamilelik dönemi sırasında ve sonrasında zorlayıcı yaşantılara maruz kalmış annelerin çocuklarının daha fazla çalışan bir amigdala, daha küçük boyutlarda prefrontal kortex ve hipokampüse sahip olduklarını ve nöronlar arası miyelizasyonun daha kısıtlı olduğunu gösteriyor.

Olumsuz çocukluk deneyimlerinin günlük hayatımızı etkileyip etkilemeyeceğinin en büyük belirleyicilerinden biri, bu deneyimlerin çocukluk yaşamımız boyunca ne kadar tekrarlandığı ve bu yaşantılar olurken yanınızda olup sizi bu yaşantıların kötü etkilerinden koruyacak birilerinin/ bir şeyin olup olmadığıdır. Örneğin hem anne-babası tarafından evde, hem öğretmenleri tarafından okulda hataları için sürekli sözel/fiziksel olarak cezalandırılmış bir çocuğun, “cezalandırılmayı hak ediyorum”  mesajını daha çok içselleştirmesini ve belki yetişkin olduğunda aşırı mükemmelliyetçi karakter özellikleriyle birlikte, hataları sonrası kendini zor affeden bir birey olmasını bekleyebiliriz. Bu olumsuz olaylar sonrası oluşmuş, kişilerin kendileriyle ilgili katı temel inançları, hayatlarına yön veriyor hale geldiğinde işler içinden çıkılmaz bir duruma gelebiliyor. Bizlerin psikoterapistler olarak seans odasında en fazla karşılaştığımız temel inançlar ise, “ben yetersiz biriyim”, “sevilmeyi hak etmiyorum”, “başarısızım”, “güçsüzüm”, “istenmiyorum”, “kötü biriyim”, “eninde sonunda terk edileceğim”, “zorluklarla baş edemem” oluyor.

İnsanlar Nasıl Değişir?

Olumsuz erken yaşam deneyimlerimizi pekiştiren ve tetikleyen birçok faktör olsa da, insan beyni değişebilen ve yeni deneyimlerle öğrenebilen bir mekanizmaya sahip. Psikoterapilerde ola gelen ve kişileri değiştiren şey ise, kişinin yüzeydeki sıkıntısının ardına bakmak, sorunların ardındaki ıstırap çeken incinmiş çocukla karşılaşabilmekten geçiyor. 

Her birimiz bedenimize ve zihnimize yazılmış bir hikâyenin taşıyıcılarıyız ve bu hikâyeye hiç dokunmadığımızda, yukarıda bahsettiğim nesiller arası geçiş sayesinde, daha doğmamış çocuklarımızın da hikâyesini bir anlamda yazıyoruz. Psikoterapi çalışmasının sağladığı güvenli alan içerisinde, uzman birinin eşliğinde bu hikâyeyi baştan sona okumak, güncel sorunların geçmişle bağlantısını kurabilmek, içimize yerleşen sesleri ayırt etmek, bu hikâyeyi değiştirmenin sancılı ancak özgürleştirici yolundan geçiyor.

    

 

Yazan: Özge YÜKSEL