Bu yazı Klinik Psikolog Özge Yüksel’in Psikesinema Dergisinin 28. sayısında "Bin-Jip: Lamekanın Ruhsallığı" başlığı ile yayınlanan film analizinden alıntılanmıştır.
*Hepimiz bir eve ve ev içerisindeki ilişkilere doğarız. İçine doğdumuz ve çocukluğumuzun geçtiği ev hem fiziksel hem simgesel varlığı ile içimize kazınır ve benliğimizin bir parçası işlevini görür.
*İnsanın ilk evi annesinin rahmi ve zihnidir. İnsan, ilk olarak bu mekanlara, sonra ana kucağına, ardından dünyada kendine ait bir alana yerleşir. Winnicott, evin, kendiliğin (self) ilk meskeni olduğunu ve bir mekana ait olmanın ötesinde dünyada varolma ve yer kaplama hissinin de bu ilk ev içerisinde oluştuğunu düşünür.
*Ev; ruhsallığın içine doğduğu yerdir. İlk evlerinde yuvada olma hissini yakalamayanlar, yani annenin rahmine/zihnine/kucağına yerleşemeyenlerin dünyanın herhangi bir yerinde “evde olma” ve varolma hissini tatması mümkün değildir.
*Mesken tutmanın insanın varoluş biçimi olduğunu düşünen Heidegger, dünyada “evde olma”nın ancak bir yere ait olmakla mümkün olduğunu ileri sürer. Bu yer herhangi bir lokasyon olmanın ötesinde, sürekliliği olan kişilerarası ilişkileri barındıran bir mekan olarak kendiliği şekillendirir. Mekan kelimesinin etimolojik açıdan, “var olmak” anlamına gelen “kavn kökünden geliyor oluşu, belli ki rastlantı değildir.
*Ev, varlığı kapsama, koruma işlevleri sayesinde insana düşünsel ve simgesel bir ev/ren kurabilemenin olanağını açar. Süreklilik ve sabitlik içeren evlerde ikamet etmiş olanlar, düş kurabilme ve düşünebilme kapasitelerinin zenginliklerini deneyimlerler. Gaston Bachelard evin bu kapsama işlevini şu şekilde ifade eder:
“İnsanın evi hayatındaki belirsizlikleri bir kenara iter, devamlılığa dair öğütleri durmak bilmez. Ev olmadan insan dağılmış bir varlık olurdu. Ev kişiyi - bedenini ve ruhunu - hayatın ve cennetin fırtınalarından korur. O insanın ilk dünyasıdır. Aceleci metafizikçilerin iddia ettiği gibi dünyaya savrulmadan önce kişi evin beşiğinde yatar.”
*Ev, tıpkı bedenin bizi kapsadığı gibi ruhsallığı kapsar. Alberto Eiguer “Evin Bilinçdışı” adlı kitabında evin, iç dünya/iç alan ve dış dünya/dış alan arasında bir sınır görevi görmesine işaret ederek evi bedene benzetir. Eiguer bu benzerliği şu şekilde ifade eder, “Beden imgesi ruhsallığın payandalarından biri olduğuna göre, onun destek, sağlamlık ve düzen olanakları ev temsilimize aktarılmıştır ve tersi de geçerlidir. Güzel ve güçlü birini “yapılı” olarak nitelemez miyiz?”.
*Ev bizi kapsayabilmek ve güven verebilmek için sert, yalıtkan ve dışarıya kapalı duvarlardan oluşur, diğer yandan da dış dünya ile iletişimimizi sürdürmemiz için esneklik ve açıklık sağlayan pencereler ve kapılara sahiptir. Deri de, duvarlar gibi içerdekini kapsama ve dışardan koruma işlevi görürken bedenin boşlukları da pencereler ve kapılar gibi dış dünyaya açılır. Beden ve ev arasındaki bu benzerlik, yapısal anlamda da karşılanır. Bedenin yeme, uyuma, dinlenme, cinsellik, boşaltım ve ötekilerle ilişki kurma taleplerine uygun olarak ev de mutfak, yatak odası, tuvalet, salon gibi kısımlara bölünür. Çatı katı, mahzen, merdiven altı gibi saklı köşeleri bilinçli/bilinçdışı fantazileri, arzuları, korkuları ve hayalleri barındırır. Bu bakımdan her ev kendi düzeni/düzensizliği, mobilyaları, içerdiği nesneleri ile içinde yaşayan kişinin kendiliğinin sembolik birer yansımasıdır.
*Evlerimize yoğun bir şekilde bağlanır, onu sevebilir veya nefret edebiliriz. Üzerine titrer veya içinde kendimizi sıkışmış gibi hissedebiliriz. Zihnimizde kendi ev temsilimizi taşır; onu seçmek, döşemek, bakım yapmak için hayalgücümüzün hazinelerini kullanırız. Kısaca bilinçdışı eve, ev de bilinçdışına yerleşmiştir. Evlerimizi dekore ederken kullandığımız nesneler o iç mekanı oluştururken, mekân da iç dünyayı kurar, geliştirir, toparlar. Bazı insanların düşünsel uğraş gerektiren işlere girişmeden önce olduğu bulunduğu mekanı derleyip toparlaması, mekanın bu işlevi nedeniyledir.
*“Mesken tutmaya muktedir olduğumuzda, ancak o zaman yapı yapabiliriz.” der Heidegger. Bu bakımdan psikoterapi insanın kendi metruk evlerinden çıkarak yeni yapılar kurabilme, dünyada mesken tutma ve aynı oranda dünyaya yerleşebilme kapasitesi ile ilgilidir. Psikoterapi sürecinde eski evlerinin “beşiğinde yatamayan” danışanlarımız, o evlerin içinde dolanır, o evlerden kendilerine ait olanların tozunu alıp, onarıp kendiliklerine katar ve tüm bunlarla yeni bir eve, yeni bir kendiliğe, yeni bir iç mekana yerleşir. Eskisi ile hesaplaşılmadan, vedalaşılmadan onun üzerine kurulan yeni evler ise eskinin gölgesinde, eski evin hayaletleri ile yaşamaya ve tekrarın kaderine mahkum olur.
Yazan: Özge YÜKSEL